Hemen baştan uyarayım Lizbon ile ilgili bol bol güzellemenin yapıldığı bir yazı okumak üzeresiniz ve bu yazıyı okuyup bitirdiğinizde kendinizi Lizbon bileti alırken bulabilirsiniz. Seyahatimizi planlarken bu şehri bu kadar seveceğimizi hiç tahmin etmemiştik açıkçası. Nefes nefese bırakan yokuşları, Dünya’nın başka hiçbir yerinde bulamayacağınız kadar lezzetli deniz ürünleri ve insanın üstüne üstüne gelen turist yoğunluğu ile hafızalarımıza kazınan Lizbon Avrupa’da en çok sevdiğimiz 2-3 şehir arasına çoktan girdi bile. Tabi burası büyük ve yoğun bir şehir. Buna karşılık maalesef zamanımız kısıtlı. Ben de bu yazımda sizlere 3 günde Lizbon’u en iyi şekilde gezip deneyimleyebileceğiniz bir seyahat planı sunmayı hedefliyorum. Ama öncesinde Portekiz ve Lizbon ile ilgili işinize yarayacak bazı genel bilgiler vereyim.

Kıta Avrupası’nın en batısındaki ülke olan Portekiz, resmi adıyla Portekiz Cumhuriyeti, Güneybatı Avrupa’da İber Yarımadası’nı İspanya ile paylaşıyor. Güneyinde ve batısında Atlantik Okyanusu, doğusunda ise İspanya ile komşu. Tarih boyunca Portekiz topraklarında Fenikeliler, Yunanlar, Romalılar, Cermenler ve Endülüs Emevileri hüküm sürmüş. Her gelen de kültüründen izler bırakmış. Portekiz ve 1260 yılından beri başkentliğini yapan Lizbon, en görkemli günlerini ise 16. yy’da Portekiz İmparatorluğu zamanında yaşamış. Yapılan coğrafi keşiflerle yeni ticaret yollarının devreye girmesi sayesinde ülke çok büyük bir zenginliğe kavuşmuş. Günümüzde de başkent Lizbon Avrupa Birliği’nin refah seviyesi yüksek şehirlerinden biri durumunda.
1 Kasım 1755’te Lizbon’da tarihin en yıkıcı depremlerinden biri yaşanmış. Depremi takip eden tsunami ve yangınlar sonucunda Lizbon o dönemki nüfusunun yaklaşık yarısını kaybetmiş. Şehirdeki binaların %85’i zarar görmüş. Bir çok önemli tarihi yapı ya yıkılmış ya hasar almış. Depremde harabeye dönen Carmo Rahibe Manastırı’nın çöken çatısı, yaşanan felaketi hatırlatması amacıyla o haliyle korunarak günümüze kadar ulaşmış.

Lizbon da İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu bir şehir. Sokaklarıyla, yokuşlarıyla, deniziyle, köprüsüyle İstanbul’a benzeten çok bu şehri. Ben Lizbon’u İstanbul’a benzetmekle birlikte İstanbul’a göre daha sakin, daha temiz ve daha minimalist buldum. İstanbul’un insanı yoran karmaşası ve kalabalığı Lizbon’da yok. Bu da şehre daha nezih bir hava katıyor.
Güvenlik konusunda sıkıntılı olduğu noktalar var ki gezerken kendi insanlarından çantamızı önümüzde taşımamız konusunda sürekli uyarılar aldık. Yani hırsızlık konusunda özellikle dikkatli olmanızı öneririm. Yine sokakta kendi halinizde gezerken yanınıza sessiz sedasız yaklaşıp yasaklı madde satmaya çalışan tekinsiz tipler de çok oluyor bu şehirde. Hem de öyle gecenin bir yarısında tenha sokaklarda, ıssız yerlerde değil. Basbayağı Lizbon’un en turistik en kalabalık yerinde gündüz vaktinde geliyorlar yanınıza. Bu konuda temkinli olmakta fayda var.

Lizbon sadece Avrupa’nın değil Dünya’nın en turistik şehirlerinden biri. Özellikle turistin yoğun olduğu sezonda koskoca şehirde adım atacak yer olmuyor. Her yerde upuzun kuyruklar beklemek zorunda kalıyorsunuz. Koskoca Alfama Mahallesinde 1990 yılında 20.000 Portekizli yaşarken bu rakam günümüzde bu rakam 900’e kadar düşmüş. Peki neden böyle olmuş??: Çünkü evlerin hepsi airbnb aracılığı ile pansiyona dönüştürülmüş. Ziyaretçi kalabalığından bunalan Venedik halkının takındığı anti-turist tavrı yakında Lizbon’da da görürsek şaşırmayalım yani.
Lizbon dimdik yokuşlara sahip gezmesi zor bir şehir. Bir mahalleden bir mahalleye geçmek için funikuler, yürüyen merdiven ya da kocaman asansörler kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Üstelik sadece yokuş olsa da iyi, sokaklar hem daracık hem de arnavut kaldırımı dediğimiz taşlarla döşeli. Bu sebeplerden Avrupa’nın geri kalanında görüp özendiğimiz bisikletler burada hayal tabii. Eğer küçük çocukla ya da bebek arabasıyla gezecekseniz sorun yaşayabilirsiniz, planlamalarınızı iyi yapmalısınız.

Portekizin anadili Portekizce. İspanyolcaya yakın bir dil ama tam onun gibi de değil. Portekizce konuşan birinin yanından geçtiğinizde Flemenkçeye de benzetebilirsiniz, Türkçeye de. Fonetiği garip bir dil yani, her şeye benziyor gibi. Neyse sonuçta tek kelimesini bile anlamayacağınız bir dil konuşuyorlar ancak herkes İngilizce biliyor. Dil konusunda sorun yaşamazsınız asla.
Portekiz’de en sevdiğim şeylerden biri dış cepheleri seramiklerle kaplı evler oldu kesinlikle. “Azulejo” denen bu seramik çalışması Portekiz ve İspanya’ya has bir şeymiş ancak zaman içerisinde Portekiz kültürü bu durumu biraz daha fazla sahiplenmiş. Oldukça estetik bir görüntü veren Azulejo, aslında rutubetli soğuk altındaki evlerin dış cephelerinin dayanıklılığını arttırmak ve içerinin de ısı kontrolünü sağlamak amacıyla yapılıyormuş.

Portekiz’e has şeylerden biri de “Fado”. Fado, yanık ve hüzünlü ezgilerden oluşan Portekiz hak müziğidir. Tarihi 19. yy’a kadar uzanıyor. Eski zamanlarda Portekizli denizciler arkalarında sevgililerini, eşlerini, annelerini bırakarak aylar hatta yıllar süren seferler için denize açılırlarmış. Bir çoğu da geri dönemezmiş, denizdeyken ölür mezarları bile olmazmış. İşte bu denizcilerin ardından yakılan ağıtlara Fado deniyor. Portekizliler Fado Müziği ile çok gurur duyuyorlar.
Lizbon’da Fado dinleyebileceğiniz birçok mekan var. Bazı Fado dinletileri kocaman salonlarda restoran konseptinde oluyor. Ama Fado mekanları genellikle küçücük nostaljik bir ortamda, loş ışık altında şarabınızı yudumlayarak sırasıyla sahneye çıkan sanatçıları dinleyebileceğiniz yerler. Sahne dediğim de restoran kapısının önü, özel bir alan değil yani. Genellikle gece boyu 5-6 farklı sanatçı sürekli değişerek şarkı söylüyor. Fado dinlerken çok sessiz olmanız gerekiyor. Zaten hafiften bir ses çıkarın ya da performans esnasında telefonunuzu kurcalayın hemen ‘şşttt’ diyerekten uyarıyorlar. Fado’yu edebinizle dinlemeniz gerekiyor yani. Bizim tercih ettiğimiz mekan ise Duque da Rua idi. Buranın avantajı şu; hem çok iyi sanatçılar sahne alıyor hem de diğer mekanlar gibi fix menü çalışmıyor, aldığınız kadarını ödüyorsunuz. Bu arada burada yemek yok. Şarap yanına peynir veya meyve tabağı gibi aperatif şeyler alabiliyorsunuz. Mekan küçücük tıkış tıkış ama müzik gerçekten çok iyi. Duque da Rua’yı tavsiye ederim.

Lizbon’a Ne Zaman Gidilir??
Akdeniz ikliminin hakim olduğu Lizbon’da kış mevsimi ılık ve yağışlı, yaz mevsimi ise kuru ve sıcak geçer. Olaya buradan bakıldığında teorik olarak Lizbon’a yılın her dönemi gidebilirsiniz aslında. Ancak tecrübelerimiz bu yönde değil maalesef. Şöyle ki; az önce de bahsettiğim gibi Lizbon çok yokuşlu ve turist yoğunluğu inanılmaz fazla olan bir şehir. Yazın 35 derece sıcağında ve neminde o yokuşları çıkmak ya da herhangi bir yere girmek için iki saat güneşin altında sıra beklemek çok da keyifli olmaz diye düşünüyorum. Bu nedenle Lizbon seyahati için en uygun dönemin sıcaklığın ve yoğunluğun daha uygun olduğu ilkbahar ve sonbahar, yani Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim ayları olduğunu söyleyebilirim.

Lizbon’a Kaç Gün Ayırmalı??
Lizbon büyük ve hayli yoğun bir şehir. Gezilip görülecek çok yeri denenecek çok fazla lezzeti var. Lizbon merkez için 3 tam gün yeterli olur. Çevrede görülecek yerlerden Sintra’ya 1 tam gün, Avrupa’nın en batı noktası olan Cabo Roca (yani Roca Burnu) ve Cascais’e ise ayrıca 1 tam gün ayırmalısınız. Yani toplamda 4-5 gün Lizbon için ideal bir süre diyebilirim. Ancak bunlardan birini elemeniz gerekirse ilk Cabo Roca’yı eleyin derim. Görülecek çok fazla bir şey yok çünkü. Pena Sarayı ve Quinta da Regaleria’nın bulunduğu Sintra’ya ise ne yapıp edip mutlaka gidin. Birbirine çok yakın olduklarından dolayı Sintra ve Cascais’i aynı güne sıkıştırabilirsiniz.

Lisboa Card nedir?? Gerekli mi??
Lisboa Card, Lizbon’un en önemli müzelerine ve tarihi mekanlarına ücretsiz giriş sağlayan, bunun yanında toplu taşıma araçlarında sınırsız seyahat imkanı sunan turistik bir karttır. 24, 48 ve 72 saat geçerli olan çeşitleri var. Fiyatlar ise şöyle;
24 saatlik kart 27 euro
48 saatlik kart 44 euro
72 saatlik kart 54 euro.
Peki bu kart gerekli mi??
Lizbon’daki bütün turistik noktalara girip gezebileceğiniz kadar bol vaktiniz varsa o zaman kart avantaj sağlayabilir. Ancak belli başlı yerleri görsek bize yeter modundaysanız o zaman bu atraksiyona hiç gerek yok. Ulaşım konusuna birazdan daha detaylı değineceğim ama Lizbon Uber vaya Bolt gibi sistemlerin çok gelişmiş ve uygun fiyatlı olduğu bir şehir. Özellikle 3-4 kişi birlikte geziyorsanız toplu taşıma yerine bunları tercih etmeniz hem daha ekonomik hem de daha konforlu olacaktır. Ama tek başınıza seyahat ediyorsanız, metroyu çok sık kullanacaksanız ve turistik alanların çoğuna vakit ayırıp girecekseniz o zaman Lizboa Card almak mantıklı olabilir.

Lizbon’da Ulaşım??
Lizbon oldukça gelişmiş bir şehiriçi ulaşım ağına sahip. Metro, tramvay, otobüs ve çeşitli tren hatları şehri birbirine bağlıyor.
Avrupa’da büyük bir metropoldeyseniz her zaman için şehiriçi ulaşımın en ucuz ve en pratik yolu metroyu kullanmaktır. Lizbon’da da bu kuralımız değişmiyor. Yani Lizbon’da da en ucuz ve en pratik yol; metro.
Lizbon Metrosu 4 hattan oluşuyor ve turistik noktaların bir çoğu Kırmızı ve Yeşil hat üzerinde bulunuyor. Metro sabah 06.30 ile gece 01.00 arasında hizmet veriyor.
Metro biletlerine gelince tek kullanımlık biletler 1.85 euro, 24 saat geçerli olan biletler ise 7 euro. Bunlara ek olarak para yükleyerek ön ödemeli olarak kullanabileceğiniz Zapping Kart var. Bu karta 3 euro, 5 euro ya da 5’in katları şeklinde (10-15-20 euro gibi) yüklemeler yapabiliyorsunuz. Ulaşımda Zapping Kart kullanırsanız tek kullanımlık biletlere göre daha az ödemiş oluyorsunuz. Yani tek kullanımlık bilete 1.85 euro verecekken, Zapping Karttan tek yön için 1.66 euro çekiliyor. Bana sorarsanız bu tantanaya hiç gerek yok. Tek yön biletler candır. Ben tüm gün metrodan inmeyeceğim diyorsanız o zaman da 24 saatlik biletlerden alır geçersiniz.

Lizbon’da otobüs ağı da bayağı kapsamlı. Otobüsler 05.00-23.00 saatleri arasında hizmet veriyor. Otobüsün içerisinde alabileceğiniz Tek yön biletlerin fiyatı 1.85 euro.
En turistik, en Lizbon’a has seçenek ise tabii ki tramvaylar. Dağ, tepe misali dimdik Lizbon sokaklarında otobüslerin çıkamadığı yerlere tramvaylar kolaylıkla gidebiliyor. Özellikle Alfama bölgesini panoramik olarak gezdiren 28 nolu tramvay turistler arasında oldukça meşhur.
Şehir içindeki en keyifli ulaşım araçlarından birisi de Tuktuk lar. Lizbon’daki her turistik mekanın önünde bu tuktukları görebilirsiniz. Fazlasıyla turistik bir aktivite olduğunun farkındayım ancak şirin Lizbon sokaklarını bunlarla gezmek gerçekten de çok keyifli. Yalnız tuktuklara binmeden önce sürücüsüyle fiyatta anlaşmayı unutmayın.
Ama tüm bunların dışında Lizbon ile ilgili ayrı bir güzellik daha var; Lizbon Uber ve Bolt gibi paylaşımlı taşımacılığın Avrupa’da en uygun fiyata yapıldığı şehirlerden biri. Özellikle de 2-3 kişi birlikte geziyorsanız Uber veya Bolt tercih etmeniz metro ve otobüsten daha ucuza geliyor. Biz tüm seyahatimiz boyunca, Sintra ve Cascais gibi uzak yerler de dahil, sadece Bolt kullandık. Hem ucuza gezdik hem de çok konforlu oldu diyebilirim. Lizbon’da bulunduğunuz süre boyunca başka hiçbir şeye kafa yormayıp sadece bu yolu da tercih edebilirsiniz. İki uygulama da gayet sorunsuz ve profesyonelce çalışıyor.

Havaalanından merkeze ulaşımın en hızlı ve en kolay yolu tabii ki metro. Aeoroport- Saldanha isimli Kırmızı metro hattı ile 20 dk da şehir merkezine ulaşabilirsiniz. Ancak daha turistik olan Rossio- Baixa- Chiado bölgelerine gitmek istiyorsanız Alameda durağında inerek Cais Do Sodre yönünde doğru giden Yeşil hatta aktarma yapmalısınız.
Havalimanından şehrin tarihi merkezine 744 no’lu otobüsü kullanarak gidebilirsiniz. Bunun yanında 722 ve 705 no’lu otobüsler de şehir merkezine sefer yapıyor. Otobüs seferleri ile ilgili daha detaylı inceleme yapabilmek için burayı tıklayabilirsiniz.
Bunların dışında az önce bahsettiğim Uber ve Bolt ikilisi de kullanabileceğiniz en iyi seçenekler arasında bulunuyor. Bu uygulamalardan araç çağırdığınızda havalimanında sadece bu uygulama üzerinden çağırılan araçlar için ayrılmış özel bölümde beklemeniz gerekiyor. Tabelalar sizi yönlendiriyor zaten. Bu uygulamaları kullanırsanız havalimanından merkeze 10-12 euro civarında tutuyor.

Lizbon’da Konaklama??
Öncelikle Lizbon’un önemli bölgelerine bir göz atalım;
- Baixa: Hani her şehrin kalbinin attığı ana bir nokta vardır ya işte Lizbonunki de burası. Şehrin en merkezi konumu. Praça do Comércio, Rossio Meydanı, Sao Jorge Kalesi, Liberdade Caddesi, Lizbon Katedrali gibi önemli turistik noktalar bu bölgede bulunuyor.
- Chiado: Baixa’ya oldukça yakın bulunan Chiado şehrin sanat ve kültür merkezi olarak biliniyor. Dünya’nın en eski kitapçısı Bertrand Kitabevi de burada bulunuyor.
- Bairro Alto: Lizbon’da gece hayatı dendiğinde akla gelen ilk bölge Bairro Alto’dur. Burada çok sayıda cafe, bar, pub bulunur. Konaklamak için merkezi ancak oldukça gürültülü ve kalabalık bir bölge. Sakinlik sessizlik arayanlardansanız çok size göre değil.
- Alfama: Şehrin en eski ve en tarihi bölgesidir. Dolayısıyla gece gündüz turistlerle dolup taşar. Yalnız dimdik yokuşları ve minicik sokakları nedeni ile toplu taşımada sorun yaşayabileceğiniz bir bölge. Bir çok yere tramvay ile ulaşmak zorunda kalabilirsiniz. Fiyat açısından da Lizbon’un diğer merkezi noktalarına göre daha uygun seçenekler sunuyor.
- Belem: Şehir merkezinin 8 km dışında bulunan Belem nehir kenarı konumu ile bence Lizbon’un en güzel manzaralarını sunan bölgesi. Portekiz tarihine ışık tutan çok sayıda anıt ve müze bulundurduğundan ‘Müzeler Bölgesi’ olarak da biliniyor. Sanat Mimarlık ve Teknoloji Müzesi (MAAT), Ulusal Arkeoloji Müzesi, Berardo Collection, ünlü Belem Kulesi, Jerenimos Manastırı ve Belem Pastanesi burada bulunuyor.

Kısacası Lizbon’da hayat Baixa ve Chiado çevresinde akar. Bu nedenle; hem herseyin merkezinde olmak hem de ulaşım kolaylığı açısından konaklama için ilk tercihinizin Baixa-Chiado bölgesi olmasını öneririm. Şehrin Old Town bölgesi olan Alfama nostaljik havasıyla gezmesi çok keyifli bir yer ancak dik yokuşlar ve daracık sokaklar nedeni ile toplu taşımada sorun yaşayabilirsiniz. Lizbon’da gece hayatını deneyimlemek isteyenler Bairro Alto’yu tercih edebilir ancak buranın çok gürültülü ve kalabalık olduğunu söylemeliyim.
Biz Santa Justa Asansörü’nün hemen yanındaki Hotel Santa Justa’da konakladık. Rossio Meydanı ve Praça do Comercio’nun arasında bulunan otel karşılıklı iki binadan oluşuyor. İnanılmaz merkezi bir konumda. Kahvaltısı ve temizliği de gayet güzel önerebileceğim bir oteldi. ( booking’ten incelemek için buraya tıklayabilirsiniz)

Lizbon’da Gezilecek Yerler??
Lizbon oldukça büyük ve turistik açıdan yoğun bir şehir. Ayrıca inanılmaz bir turist kalabalığına sahip. Tarihi mekanlarda, asansörlerde, fünikulerlerde, tramvaylarda, istisnasız her yerde, küçücük bir cafeye ya da kitapçıya girerken bile upuzun sıralar bekliyorsunuz. Şehir çok yokuşlu, gezmesi yorucu. Tüm bunların yanında gördüğünüz her şeyi mideye indirmek isteyeceğiniz mükemmel bir mutfağa sahip. Yani demem o ki; Lizbon “Kendimizi dışarı atalım da canımız nereyi isterse gezer, oturur yer içeriz” kafasıyla gidildiğinde bir çok şeyin eksik kalabileceği bir şehir. Her şeyi planlı programlı yapalım ki çok yer görüp çok şey yiyebilelim 🙂

Lizbon seyahati ile ilgili önerebileceğim ilk şey; gezmeyi planladığınız bütün turistik mekanların giriş biletlerini önceden online olarak almanız olacak. Bu durum size girişte hızlı geçiş imkanı sağlayacak ve böylece kalabalıktan biraz daha az etkilenmiş olacaksınız.
2. önerim; gelmeden önce yemek yiyeceğiniz mekanları belirleyip önceden rezervasyon yaptırmanız. “Gider kapıda 5-10 dk bekler içeri girerim” diye düşünmeyin lütfen. Lizbon, özellikle kabuklu deniz ürünlerini Dünya’da deneyebileceğiniz en iyi şehir. İnanılmaz ünlü restoranlar bulunuyor ve paldır küldür içeri girmeyi bırakın rezervasyonları bile günler öncesinden doluyor. Oralara kadar gitmişken hüsrana uğramamak için birkaç gün öncesinden rezervasyon yaptırmayı unutmayın.

Tramvay 28??
Bir de Tramvay 28 meselesi var tabii. 28 nolu tramvay Lizbon’un en eski ve şüphesiz en ünlü tramvay hattı. Tarihi 20. yy’ın başlarına kadar uzanıyor. Tramvay 28; Rossio Meydanı’nın hemen yanı başındaki Martim Moniz’den kalkıyor Largo dos Prazeres’te bitiyor. Bu hattın bu kadar meşhur olmasının nedeni, güzergahı nedeniyle Alfama, Baixa, Chiado, Bairro Alto gibi birçok turistik noktadan geçerek Lizbon’a panoramik bir gezi olanağı sağlaması. Tramvay 28, haftanın her günü 05.30-23.30 arasında, her 15 dakikada bir olacak şekilde çalışıyor. İlk duraktan son durağa, trafiğin yoğunluğuna bağlı olarak yolculuk yaklaşık 50 dakika sürüyor. Lizbon’daki en turistik aktivitelerden biri olduğundan sürekli kalabalık olan Tramvay 28 için en uygun zamanın sabahın erken saatlerinde ilk durak olan Martim Moniz’den binmek olduğunu söyleyebilirim.
Lizbon Atlas Okyanusu’na çok yakın bir konumda bulunuyor ancak doğrudan okyanusa kıyısı yok. Lizbon merkezinin, İspanya’dan doğup Portekiz’in içinden geçerek Atlas Okyanusu’na dökülen, İber Yarımadası’nın en uzun nehri olan Tejo Nehri’ne kıyısı var. Tüm büyük şehirlerde yaptığımız gibi Lizbon’u da bölümlere ayırarak gezmek en mantıklısı. Biz Lizbon gezimize ilk olarak Belem bölgesinden başladık.

- GÜN
BELEM-ALCANTARA
Portekizli ünlü denizcilerin Dünya’yı keşfe başladıkları nokta olan Belem, tarihi açıdan çok önemli. Zaten Portekiz tarihine ait birçok önemli yapı burada bulunuyor. Belem, şehir merkezinin 6 km kadar batısında yer alıyor. Merkezden Belem’e gitmek için;
- Bizim gibi Uber ya da Bolt kullanabilirsiniz. (6-7 euro civarı tutar)
- Cais do Sodré’den trene binip 10 dakikada Belem İstasyonu’na ulaşabilirsiniz.
- Baixa’da Praça da Figueira’dan kalkan Tramvay 15’i kullanabilirsiniz. Çok daha yavaş ulaşım sağlarsınız ancak Lizbon’da nostaljik tramvaya binme meselesini böylece halletmiş olursunuz.
- 714, 727, 729 ve 751 numaralı otobüsleri kullanabilirsiniz.

Jeronimos Manastırı (Mosterio dos Jeronimos)
Belem’deki ilk durağımız UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Jeronimos Manastırı. Geç Gotik ve Rönesans tarzlarının karışımından oluşan Portekiz’e özgü Manuelin tarzının tipik bir örneği olan manastırın yapımı 100 yıldan fazla sürmüş. Söylenene göre, manastırın inşası her yıl 70 kg altına mal oluyormuş ve bu da Baharat Ticaretinden elde edilen gelirle finanse edilmiş.
Belem’de nehir kıyısına kurulmuş olan bu manastır denizciler açısından büyük önem arz ediyor. Şöyle ki Portekiz’in yıldız denizcisi, özellikle Belem’de her yerde adını bolca duyacağınız Vasco da Gama da dahil olmak üzere tüm denizciler, keşifler için denize açılmadan önce gelip burada dua ederlermiş.

Aslında burası sadece manastır değil; içerisinde Ulusal Arkeoloji Müzesi, Denizcilik Müzesi ve Santa Kilisenin de bulunduğu bir kompleks. Kilisenin içerisinde Vasco da Gama ve ünlü şair Luis de Canvas’ın mezarları da bulunuyor.
Bilet ücreti 18 euro. Biletinizi kesinlikle online olarak alın. Manastıra sabah erken saatlerde gitmenizi öneririm çünkü günün geri kalanında, girişte tükenmek bilmeyen upuzun bir sıra oluyor. Sabah saatleri giriş için kesinlikle en uygun zaman. Manastırı gezmek için de en az 1.5-2 saat ayırmalısınız.

Keşifler Anıtı (Padrao Dos Descobrimentos)
Sırtınızı manastıra verip sahile doğru ilerlediğinizde Tejo Nehri kıyısında tüm ihtişamıyla sizi Keşifler Anıtı karşılayacak. Bu anıt Portekiz’in Altın Çağı olan 15 ve 16. Yüzyıllardaki Keşifler Dönemi’ne bir saygı duruşu olarak yapılmış. 52 metre yüksekliğindeki anıtın üzerinde Portekiz tarihindeki önemli kaşifler, bilim insanları ve sanatçılardan oluşan 32 adet figür bulunuyor. Anıt ilk olarak 1940 yılında Portekiz Dünya Fuarı için yapılmış, 1960 yılında Portekiz Kralı I. Henry’nin 500. Ölüm yıldönümünde kalıcı hale getirilmiş. Denizciler keşif yolculuklarına Tejo Nehri kıyısından başladıkları için de anıt buraya yapılmış.
Anıtın üstünde nehir kenarından Lizbon’u seyredeceğiniz bir seyir terası var. Girişi 6 euro. Biz çıkmadık, çok gerekli gelmedi açıkçası.
Anıtın en önünde Portekiz Keşifler Çağı’nı başlatan isim olarak bilinen Prens Henry yer alıyor. Bunun yanında aralarında Vasco da Gama, Pedro Alvares, Macellan gibi ünlü isimlerin yer aldığı toplam 32 adet figür bulunuyor. Hangi figür kimdir buraya tıklayarak inceleyebilirsiniz.

Son olarak Portekiz’de ismini sık duyacağınız denizcileri kısaca buraya eklemek istiyorum;
- Vasco da Gama; Hindistan’a deniz yolunu keşfetti. Bu keşif Portekiz için bir dönüm noktasıydı; çünkü ülke bu sayede çok kısa sürede büyük bir zenginlik ve güç kazandı.
- Pedro Alvares Cabral; Brezilya’yı keşfetti.
- Ferdinand Magellan; Dünya’nın etrafını dolaşan ilk denizci.
- Bartolomeu Dias; Ümit Burnu’nu keşfetti.
Yapılan her keşif Portekiz halkının kaderini değiştirmiş. Çünkü bu keşiflerle Portekiz Asya ve Afrika’daki birçok liman kentini ele geçirerek uzun yıllar deniz yolundan yapılan ticaretin hakimi olmuş ve çok büyük zenginliklere ulaşmış.
Belem Kulesi (Torre de Belem)
Keşifler Anıtı’ndan sağa dönüp sahil boyunca ilerlediğinizde karşınıza UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Belem Kulesi çıkacak. Belem Kulesi 1515 yılında Vasco da Gama’nın anısına inşa edilmiş. Denizcilerin güvenliğini sağlamak için savunma amaçlı yaptırılmış aslında. Manuelin tarzının en güzel örneklerinden biri olan kule, 1755’teki büyük depremden sağ çıkmayı başarmış ve günümüze kadar ulaşabilmiş Lizbon’un en eski yapılarından biridir. İçerisinde çok bir şey yok ama yine de dilerseniz girip gezebiliyorsunuz, giriş bileti 6 euro.

Belem’de nehir kenarına geldiğinizde karşıdan görünen San Fransisco’nun Golden Gate Köprüsü’nün tıpkısının aynısı olan köprü 25 Nisan Köprüsü. Bu köprü Lizbon ile Almada’yı birbirine bağlıyor. Köprü ilk yapıldığında adı Salazar Köprüsü imiş. Ancak 25 Nisan 1974 yılında yapılan Karanfil Devrimi ile Salazar devrilince köprünün adı devrimin anısına değiştirilerek 25 Nisan olmuş.
25 Nisan Köprüsü’nün Almada tarafında, Brezilya’daki Kurtarıcı İsa heykelinden etkilenilerek yapılmış Cristo Rei adı verilen devasa bir İsa heykeli bulunuyor. Lizbon patriği, Brezilya’yı ziyaretinde Kurtarıcı İsa heykelinden çok etkilenmiş ve benzerini Almada’ya yaptırmaya karar vermiş. Heykelde İsa’nın kollarını iki yana açması şehri koruma altına almasını temsil ediyor. Cristo Rei, Lizbon’da nehir kenarında birçok noktadan görülebiliyor.

Belem Pastanesi (Pasteis de Belem)
Belem gezimizi Portekizin ünlü tatlısı Nata ile taçlandırmak niyetindeyiz. Nata denince akla ilk Belem Pastanesi geliyor. Tabi sadece bizim değil tüm dünyanın aklına da ilk burası geldiği için Belem Pastanesi’nin önünde upuzun bir kuyruk bizi karşılıyor. Burada iki adet sıra mevcut. Biri pastanede oturma sırası, diğeri ise ayaktan alıp gidenlerin sırası. Sıralar hızlı ilerliyor gibi geldi bana ama biz sabah erken saatte gittiğimiz için de olabilir.
19. yüzyılın başlarında Jeronimos Manastırı’nın yanında küçük bir şeker kamışı fabrikası varmış. 1820 liberal devriminden sonra tüm manastırlar kapatılıp din adamları kovulmuş. İşsiz kalan din adamlarından biri hayatta kalmak için şeker fabrikasının dükkanında tatlı hamur işleri satmaya başlamış. 1837 yılında burası bir pastaneye dönüşerek Pasteis de Belem adını almış. O gün bugündür şanına şöhretine rağmen başka şube açmadan, Belem’de tek başına yoluna devam ediyor. Normal bir günde Belem Pastanesi’nde yaklaşık 20.000 nata satılıyormuş. Hafta sonları ise bu rakam 3 katına kadar çıkabiliyormuş. Hep Natadan bahsediyoruz ama Belem Pastanesi’nde sadece Nata satılmıyor bu arada, aslında çok lezzetli ve geniş bir menüsü var.

Nata, milföy hamuruna benzeyen bir tabanın üzerine, özel bir muhallebi karışımı doldurularak yapılan, Portekiz’e özgü harika bir tatlı. Üzerine pudra şekeri veya tarçın dökülerek yeniyor. İlk yediğimizde biraz bizim sütlacı anımsatsa da ondan çok daha lezzetli ve hafif. Belem Pastanesi Nata’yı deneyeceğiniz en ünlü yer şüphesiz ancak bu tatlıyı tadabileceğiniz tek yer değil elbette. Castro ve Manteigaria gibi pastanelerde de Nata deneyebilirsiniz ki bunlar Lizbon’un hemen her köşesinde bulunuyor. Nata yemek için Belem’e kadar gitmenize gerek yok yani. Hepsinin tadı da birbirine benzer ancak bana Belem Pastanesindeki natanın şeker oranı biraz daha az gibi geldi. Dolayısıyla daha hafif bir tat sunuyor; öyle ki bir oturuşta 3-4 tanesini rahatlıkla yiyebiliyorsunuz. Zaten söylenene göre, Belem Pastanesi’ndeki Natanın tarifi sadece kendi ustalarının bildiği gizli bir tarifmiş ve kimseyle paylaşılmıyormuş.
Son olarak; Belem Pastanesi’ne mutlaka gidin ama oturarak bir şeyler yiyin. Çünkü hem pastanenin ortamı çok güzel, hem de nata dışında da harika bir menüsü var. Deneyebileceğiniz kadar çok tatlı denemelisiniz, hepsi de inanılmaz lezzetli. Çok sıra beklememek için sabah üstü gitmenizi öneririm.

LX Factory
Belem bölgesini bitirip büyük bir zevkle nataları mideye indirdikten sonra LX Factory’e geçiyoruz. Aslında burası eskiden kocaman bir dokuma ve tekstil fabrikasıymış. Günümüzde ise bu endüstriyel alanın kalıntılarında değişik ürünlerin satıldığı Vintage mağazalar, kitapçılar, entellektüel insanların takıldığı cafeler, publar ve çeşitli sanat galerileri yer alıyor. Birbirinden farklı ürünleri, hediyelik eşyaları bulabileceğiniz gezmesi oldukça keyifli bir yer. Özellikle akşamüstü saatlerinde bir şeyler atıştırıp etrafı izlemek için çok uygun.

LX Factory’nin en ünlü dükkanı ise bir kitapçı; Ler Devagar. Aslında kitapçı diyoruz ama sadece kitapçı değil. Sanat galerisi, müzik mağazası, cafe, pastane, bar.. Ne ararsanız var yani. İlk olarak 1999 yılında Barrio Alto’da kurulmuş. O zamanlar bile Portekiz ve uluslararası basın tarafından dünyanın en kapsamlı ve en iyi kitapçılarından biri seçilmiş. 2008 yılında LX Factory’e geçmiş. Klasik kütüphane görünümünden uzak olması Ler Devagar’ı oldukça ilgi çekici kılıyor.

BAIXA
Ticaret Meydanı (Praço do Comercio)
‘Lizbon’un en merkezi noktası neresidir?’ diye yoldan kimi çevirip sorsanız istisnasız herkesin cevabı; Ticaret Meydanı yani orijinal adıyla Praço do Comercio olur. Gerçekten de Lizbon’un kalbi burada atıyor.
Avrupa’nın en büyük meydanlarından biri olan Ticaret Meydanı, aynı zamanda Lizbon’un en eski meydanıdır. Eskiden bu meydanda şehre dönen denizcilerin mallarını indirdikleri ve indirilen malların doğrudan satıldığı bir liman yer alıyormuş. Büyük bir alışveriş alanı olduğu için buraya Ticaret Meydanı denmiş. Sonrasında bu meydana kocaman bir kraliyet sarayı yapılmış ancak 1755 yılındaki büyük depremde yıkılmış. Artık meydanda bir saray bulunmasa da, özellikle halk içerisinde Saray Meydanı olarak da biliniyor.
Tejo Nehri’nin kıyısında yer alan meydan gerçekten de devasa. Hatta bana sorarsanız haddinden fazla büyük. Bir yerde oturuyorsunuz meydanın diğer ucu görünmüyor, öylesine büyük yani. Çok büyük olduğu için de Avrupa’nın diğer meydanlarında hissettiğim o sıcak atmosferi burada yakalayamadım.
Meydanın bir ucu denize diğer ucu ise Rua Agusta Takı ile Rua Agusta alışveriş caddesine açılıyor.

Meydanda iki önemli yapı var; Rua Agusta Takı ve Kral José Heykeli.
Meydanın kuzey tarafında Rua Agusta Takı var. Bu zafer takı 1755 yılındaki büyük depremden sonra Lizbon’un yeniden inşasını kutlamak için tasarlanıp 1873 yılında tamamlanmıştır. Takı’ın üzerinde bir çok heykel ve figür bulunuyor. Bunlar Markiz Pombal, Vasco de Gama gibi önemli isimleri ve 1700-1800 yılları arasında yaşanan önemli olayları temsil ediyor. 4.5 euro karşılığında Takın tepesine çıkıp manzarayı izleyebilirsiniz.
Meydanın ortasındaki heykel ise büyük deprem sırasında Portekiz Kralı olan ve depremden sonra şehrin yeniden kurulması emrini veren I. José’nin heykeli.
Bence meydanın en güzel noktası; deniz seferinden dönen hanedan üyelerini görkemli bir şekilde karşılayabilmek için inşa edilen Cais das Colunas olarak adlandırılan meşhur Lizbon merdivenleri. Kraliyet mensupları şehre buradan giriş yaptığı için ‘Kraliyet Kapısı’ olarak da biliniyor. Nehre uzanan küçük merdivenli bir platform ve iki yanında yükselen iki mermer sütun bulunuyor. Özellikle mermer sütunlar denizden yükseliyormuş gibi duruyor.

Rua Agusta
Meydandaki Rua Agusta Takını geçerek ulaştığınız mozaik kaldırımları ile ünlü caddenin adı; Rua Agusta. Ticaret Meydanı ile Rossio Meydanı arasında yer alan bu cadde Lizbon’un en turistik noktalarından biri. Cadde boyunca sağlı sollu dünyaca ünlü markalar, birbirinden güzel cafeler ve restoranlar bulunuyor. Trafiğe kapalı olan Rua Agusta’da gezinmek oldukça keyifli.
Santa Justa Asansörü (Elevador de Santa Justa)
Rua Agusta’dan Rossio Meydanı’na doğru yürürken, sol tarafta Santa Justa Asansörü’nü göreceksiniz. Daha önce defalarca Lizbon’un çok yokuşlu bir şehir olduğunu, bir mahalleden bir mahalleye geçmek için füniküler ya da asansör kullanıldığını söylemiştim. İşte bu asansörlerden biri 1902 yılında dökme demirden Neogotik tarzda inşa edilen Santa Justa. Santa Justa Asansörü Baixa ile Barrio Alto semtleri arasında hizmet veriyor. Yani Baixa’da biniyorsunuz, 45 metre yukarıda Barrio Alto’da iniyorsunuz. Her biri 20-25 yolcu kapasiteli iki adet kabini bulunuyor.

Asansör yaz döneminde 07.00-23.00 saatleri arasında hizmet veriyor. Aynı zamanda asansörün üstünde bir seyir terası bulunuyor. Asansör ile iniş-çıkış ve seyir terası için toplam bilet ücreti 6 euro. Lisboa Card sahipleri ücretsiz olarak kullanabilir.
Tabii bu asansörler ve fünikülerler zamanında bir ihtiyacı gidermek için yapılmış ancak günümüzde ihtiyaç gidermenin yanında tam bir turistik bir aktivite durumunda. Dolayısıyla da sürekli kalabalık. Sabah erken saatlerde gidebilirseniz fazla sıra beklemeden kullanabilirsiniz.
Lizbon’un tek asansörü bu değil bu arada. Elevador da Gloria, Elevador da Bica, Elevador do Lavra gibi farklı asansörler de mevcut. Ancak şüphesiz en meşhuru Santa Justa.
Rossio Meydanı (Pedro IV Meydanı- Praço Dom Pedro IV)
Rua Agusta’nın bir ucu Ticaret Meydanı’na bir ucu ise Rossio Meydanı’na açılıyor. Rossio Meydanı 13. yüzyıldan bu yana Lizbon’un en merkezi ve en hareketli meydanlarından birisidir.
Meydanın ortasında, adını aldığı IV. Pedro’nun 27 metrelik sütun üzerindeki heykeli yer alıyor. Zemin ise siyah-beyaz dalga desenli geleneksel Portekiz mozaiğiyle kaplı; bu desenler okyanusu simgeliyor ve ülkenin köklü denizcilik geçmişine bir gönderme niteliği taşıyor. Meydanın her iki tarafında simetrik olarak yerleştirilmiş Barok Çeşmeler, Fransa’da yapılıp 19. yüzyılda Lizbon’a getirilmiş.

Rossio Meydanı benim Lizbon’da en sevdiğim meydan oldu. Hem çok hareketli hem de çevresinde birbirinden güzel mağazalar, cafeler, Portekiz’in ünlü kiraz likörü Ginjinha’yı tadabileceğiniz küçük nostaljik barlar, Fado mekanları, sokak sanatçıları, kısacası Avrupa’daki bir meydanı güzel kılan her şey bulunuyor.
Rossio Meydanı’nda size tavsiye edeceğim bir iki yer var. Birincisi geleneksel Portekiz konservesini modern ve eğlenceli bir şekilde sunan Mundo Fantastico da Sardinha Portuguesa. Kendinizi sirkte hissedeceğiniz bu mağazada her şey o kadar güzel sunulmuş ki balık konservesinden nefret etmeme rağmen kutu kutu konserve almamak için kendimi zor tuttum. Her türlü sardalya konservesi mevcut. Ve bunlar her yıl için özel tasarlanmış kutularda sunuluyor. Örneğin 2000 yılında doğan önemli bir isim ya da o yıl meydana gelmiş önemli bir olay kutunun üzerini süslüyor. Yine altın külçesi şeklinde konserveler de mevcut. Sevdiklerinize Portekiz’den alabileceğiniz en güzel ve özgün hediyelerden biri kesinlikle.

Önereceğim ikinci yer ise Portekiz’in geleneksel içkisi olan kiraz likörünü deneyebileceğiniz en ünlü mekanlardan biri; A Ginjinha. 1840 yılında kurulan bu mekan Lizbon’un en eski Ginjinha barlarından biri. Burada 1.5-2 euroya deneyebileceğiniz bir çok likör çeşidi var. Dilerseniz çikolatalı bardaklarda deneyebiliyorsunuz. Ginjinha Portekizliler için bir günaydın içkisi olarak kabul ediliyor. Çikolatalı bardakta olanını oldukça beğendiğimi söyleyebilirim.

Pink Street(Rua Nova do Carvalho)
Eskiden daha çok denizcilerin ve işçilerin gittiği, ‘kötü şöhretli’ ya da ‘alt tabaka’ bir bölgeyken zamanla dönüştürülüp Lizbon gece hayatının merkezi haline gelmiş. Pink adını, yere boyanan parlak pembe yol zemininden alıyor. Daha çok pub, gece klübü gibi mekanlar bulunuyor. En ünlü mekanı eski bir genelevden dönüştürülen ve retro erotik tarzıyla dikkat çeken Pensao Amor. Pink Street, Time Out Market’e çok yakın bulunuyor. Gece çok karman çorman bir yer olduğundan size önerim güzel fotoğraflar için sabah saatlerinde gelmeniz.

Mercado da Ribeira (Time Out Market)
Bütün gün Lizbon’u karış karış gezip yorulan arkadaşlar.. Oturup bir şeyler atıştırarak dinlenebileceğiniz çok güzel bir yer var Lizbon’da, Time Out Market. Burası Avrupa’nın hemen her şehrinde olan, yerel lezzetlerin hepsinin bir arada bulunduğu bir gıda pazarı. Toplamda 36 adet hepsi de birbirinden güzel restoran ve tezgah bulunuyor. Fiyatlar Lizbon’un geri kalanına göre biraz daha uygun gibi. Yalnız buraya geldiğinizde yanınızda mutlaka nakit para bulunurun çünkü bazı yerlerde kredi kartı geçmiyor, sadece nakit çalışıyorlar.

2. GÜN
SİNTRA
Lizbon’un çevresi görülmeyi hakeden birbirinden güzel kasabalarla dolu. Vaktiniz elverdiğince buraları listenize ekleyebilirsiniz. Ancak zamanınız kısıtlıysa ve nokta atışı tek bir yer önerisi istiyorsanız, o da Sintra. Sintra’yı görmeden Lizbon’dan ayrılmayın derim. İnsanda tekrar tekrar Lizbon’a gelmeliyim duygusu oluşturan, kendinizi masalda hissedeceğiniz inanılmaz güzellikte bir kasaba olan Sintra, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinin ‘Kültürel Peyzaj’ kategorisinde bulunuyor.
Sintra, Lizbon’un 30 km kuzey batısında, Serra de Sintra dağlarında yer alır. Biz Uber ile gitmeyi tercih ettik. Ancak trenle gitmek isterseniz Rossio İstasyonu’ndan direkt olarak ulaşım sağlayabilirsiniz. Yolculuk araba ile 20-30 dk, trenle ise 40 dk sürüyor. Tek yön tren bileti 2.5 euro. Uber/Bolt ile, seçtiğiniz arabaya göre fiyat değişir ancak klasik bir arabayla 15-20 euro civarı tutar.
Biz Sintra içindeki ulaşımı da Uber ile gerçekleştirdik. Gayet sorunsuz ve kolay oldu. Sintra içerisindeki turistik noktalara 434 ve 435 nolu otobüslerle rahatlıkla ulaşım sağlayabilirsiniz. Zaten bu iki hattı daha çok turistler kullanıyor. İkisi de Sintra tren istasyonundan hareket ediyor. 434 numara Castelo dos Mouros, Pena Sarayı ve Sintra tarihi şehir merkezini dolaşan tek yönlü bir rotaya sahip. 435 numara ise; Regaleira Sarayı, Monserrate Sarayı ve Seteais Sarayı gibi önemli noktalara ulaşım sağlıyor. Özellikle bu üç sarayı ziyaret etmek isteyenler için ideal. Tek yönlü otobüs bileti 4.55 euro, 24 saatlik bilet ise 13.5 euro. Yine kısa mesafeler için tuktuk yolculukları da çok keyifli.

Sintra’da gezilecek çok yer var ancak biz Pena Sarayı, Quinta da Regaleira ve Cascais’i hedeflerimiz arasına koyduk. Cabo da Roca’yı da aradan çıkarırız diye düşünmüştük ancak zaman yetmedi maalesef. Saydığım yerleri gezmek 1 tam günümüzü aldı. Ama eğer vaktiniz varsa ben size 1 gece Sintra’da konaklayarak 2 tam gün ayırmanızı öneririm. Çünkü Sintra gerçekten de daha fazla zamanı hakeden çok ama çok güzel bir kasaba.
Gelelim bizim bir günlük Sintra gezimize. Bizim rotamız; Pena Sarayı, Regaleira Sarayı ve Cascais oldu. Aslında Avrupa’nın en batı noktası olan Cabo do Roca’yı da sığdırırız diye düşünmüştük ancak saraylar o kadar büyüktü ki hem tahminimizden fazla zaman ve enerji aldı. Dolayısıyla plandan Cabo do Roca’yı çıkarıp günü Cascais’de harika bir yemek ve akşam yürüyüşü ile kapattık.
Son olarak Sintra’da benden nokta atışı yer önerisi isterseniz kesinlikle Pena Sarayı ve Quinta da Regaleira derim. Bu ikisini mutlaka görün.

Pena Sarayı (Palacio Nacional da Pena)
Portekiz’in 7 harikasından biri olarak kabul edilen Pena Sarayı o kadar güzel ki hakkında ne söylesem eksik kalacakmış gibi hissediyorum. Sintra’nın en yüksek noktasında, yemyeşil bir ormanın içinde yükselen capcanlı renkleriyle Pena, adeta masal diyarındaki bir şatoyu andırıyor.
15. yüzyılda bugün sarayın olduğu noktada küçük bir manastır varmış ve bu manastır 1755 yılındaki Büyük Lizbon depreminde yıkılmış. 1838 yılına gelindiğinde Kral II. Ferdinand ve Kraliçe II. Maria manastırın yerine bir yazlık saray yaptırmaya karar vermişler ve böylece Pena Sarayı inşa edilmiş. Monarşinin sona ermesinin ardından da 1910 yılında saray müzeye çevrilmiş. Pena Sarayı Romantizm akımının eşsiz bir örneği olarak kabul edilir ama aslında dört ana stilin bir arada bulunduğu mimari bir kolajdır. Kuleler ve sivri kemerlerle Gotik, avlular ve sütunlarıyla Rönesans, denizcilik sembolleriyle Manuelin, seramik ve renkli mozaikleri ile de Müdejar yani Arap etkisi görülür. Doğudan getirilmiş egzotik bitkiler, yürüyüş yolları, gizli saraylar ve göletlerle çevrili olan bahçesi de en az sarayın kendisi kadar meşhur.

Tabi hal böyle olunca Pena Sarayı Lizbon’un en turistik yerlerinden biri haline geliyor. Bir gün önce Lizbon merkezde görmüş olduğunuz o turist güruhu ile bir gün sonra burada karşılaşma ihtimaliniz çok yüksek. Bu durumda kalabalığın seyahatimiz üzerindeki olumsuz etkisini minimalize etmek için, biletimizi önceden, sabahın erken saatlerine olacak şekilde online olarak alıyoruz.
Pena Sarayı’na her yarım saatte bir sınırlı sayıda ziyaretçi aldıklarından gelmeden 1 hafta 10 gün öncesinde rezervasyon işini bitirmenizi öneririm (Buraya tıklayarak rezervasyonunuzu gerçekleştirebilirsiniz). Online olarak alınan biletlerde %15 indirim uygulanıyor. Saray 09.00-18.30 saatleri arasında açık anca son ziyaretçi 18.00’de alınıyor. Bilet ücreti ise saray+park için 20 euro. Rezervasyon saatinizi geçirmemenizi öneririm çünkü bu konuda çok da anlayışlı değiller.

Son olarak 434 numaralı otobüsün sizi bıraktığı noktadan sarayın girişine kadar çok güzel, yemyeşil ancak inanılmaz yokuşlu bir yol var. Enerjinizin hepsini burada harcamamanız için bu yolu servis aracı ile çıkmanızı öneririm. Çünkü Sintra’da gezecek daha çok yerimiz var, hemen yorulmamak lazım. Servis aracının ücreti 3 euro.
Pena parkı çok büyük bir park. Park içerisinde Vale dos Lagos (Göller Vadisi), Cruz Alta (Yüksek Haç Noktası, burası Sintra’nın en yüksek noktasıdır ve panoramik manzara izlenebilir), Camellia Garden (çeşitli kamelya türleri ile dolu bahçe), Abegoaria (Çiftlik Alanı) ve Chalet da Condessa d’Edla (Dağ Evi) gibi farklı bölümler yer alıyor. Hepsi tabelalarla tarif ediliyor.
Pena Sarayı en az 3-4 saatinizi alacak büyük bir alan. Planlamanızı buna göre yapın.

Regaleira Sarayı (Quinta da Regaleira)
Sırada Lizbon’un en gizemli noktası olduğunu düşündüğüm Regaleira Sarayı var. Tamam, Pena bizim gözbebeğimiz ama buranın olayı çok daha farklı. Aslında Regaleira’nın dillere destan olan noktası saray binası değil, sarayın bahçesi. Regaleira Sarayı ve özellikle de bahçesinin her yeri masonluk, haçlılar, tapınak şövalyeleri, simya ve mitoloji gibi gizli öğretilerle dolu. Neredeyse her taş, her heykel gizemli bir sembol taşıyor. Bahçenin altı tamamen gizli geçitlerle ve tünellerle birbirine bağlanmış durumda. Yani Regaleira’da elinizi nereye atsanız bir gizem ve kasvet durumu söz konusu. Bu yapıları anlatmaya geçmeden önce size azıcık Regaleira’nın gizemli tarihinden bahsedeyim.

Quinta da Regaleira’nın sahibi, servetinin büyük kısmını kahve ticareti ile elde etmiş Brezilyalı-Portekizli iş adamı ve entellektüel Antonio Augusto Carvalho Monteiro. Lakabı ‘Milyoner Monteiro’. Bu kardeşimiz Masonluk ve Tapınak Şövalyeleri gibi gizli topluluklara takmış durumda. Doğayla iç içe olan, sembollerle ve gizemle dolu bir mekan yaratmak ise en büyük hayali. Ünlü İtalyan mimar Luigi Manini, Milyoner Monteiro’nun bu hayalini yerine getirerek her tarafı gizli anlamlarla dolup taşan bir mekan yaratmış.
İnternette Quinta da Regaleira ile ilgili olarak, buranın yaşamak için değil de fikri ve içsel bir yolculuğu simgelemek için yaptırıldığı gibi süslü ve felsefi cümleler göreceksiniz. Ama ne yalan söyleyeyim ben buna hiç inanmıyorum. İnsan içsel yolculuğu simgelemek için koskoca sarayın altını kapkaranlık geçitlerle, tünellerle niye doldursun. Bence zamanında burada çok pis işler dönmüş. Artık bazı tarikatların gizli toplantıları mı dersiniz, kurban ritüelleri mi dersiniz bilemem. Bu konunun ucu açık. Ama Regaleira’yı gezdikçe gözümün önünde hep karanlık şeyler canlandı nedense.

Sarayın bahçesinde İniciation Well ve Yeraltı tünellerini mutlaka görmelisiniz.
Iniciation Well (Başlangıç Kuyusu); Bahçenin en ikonik yapısı bu. Kuyu, ruhsal iniş ve aydınlanmanın sembolü olarak görülüyor. Aşağıya iniş, karanlığa doğru yapılan içsel bir yolculuğu; yukarı çıkış ise aydınlanma ve yeniden doğuşu sembolize ediyor. Ancak bu kuyuların çeşitli ritüel ve ayinlerde kullanıldığına inananlar da bir hayli fazla.
Yeraltı Tünelleri; Kuyudan mağaralara, şapele ve parkın diğer bölümlerine açılan çok sayıda tünel mevcut. Bu tüneller bilinçaltı yolculuğunu sembolize ediyormuş.
Yine Şapel ve Sarayın kendisi de görülmesi gereken yerler arasında. Sarayın giriş ücreti 15 euro. Özellikle turistin yoğun olduğu dönemde biletinizi online olarak almanızı öneririm.

Cascais
Ve son durağımız Sintra’ya oldukça yakın konumda bulunan Cascais. Sintra’ya geldiğiniz gün burayı da rahatlıkla aradan çıkarabilirsiniz.
Cascais uzun yıllar sessiz sakin kendi halinde bir balıkçı kasabasıyken 19. yy’da Portekiz kraliyet ailesinin buraya yazlık saray yaptırmasıyla aristokratların ve zenginlerin gözdesi haline gelmiş. Herkes burada yazlık konak, saray yaptırmaya başlamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında savaştan kaçan zengin Avrupalılar buraya yerleşmiş ve küçücük kasabanın nüfusu 20.000’i geçmiş. Geçmişteki gibi bugün de Cascais zenginlerin yazlık niyetine kullanıp kafa dinledikleri bir yer. Kasabanın heryerinde insanı kıskançlıktan çatlatacak derecede güzel evler var.
Cascais’in en meşhur noktası ise dalgaların kayalıklara çarparak oluşturdukları Cehennem Ağzı denilen Boca do Inferno. Özellikle gün batımında harika görüntüler sunuyor. Bunun adını Kraliçe Amélia’dan alan Kraliçe Plajı yani Praia da Rainha da görülmesi gereken yerlerden.

Yeme-içme kısmında bahsedeceğim gerçi ama burada da söylemeden geçmeyeyim: Cascais’de sizi harika bir deniz ürünleri restoranı bekliyor: Mar do Inferno. ‘Harika’ lafı öylesine söylenmiş bir şey değil, gerçekten de burada yiyeceğiniz her şey harika. ‘İlla şunu yiyin bunu deneyin’ demeyi düşünmüyorum çünkü menüdeki çoğu şeyi tattım ve hepsi de çok lezzetliydi. Ama tabi gönlümün biricisi; karides. Portekizliler karideste çok yoğun sarımsak ve tuz kullanıyorlar. Bu da inanılmaz bir lezzet veriyor.

Cascais Lizbon’un 30 km batısında bulunuyor. Sintra’ya ise çok daha yakın.
Ulaşım şu şekilde;
Lizbon Merkez-Cascais: Cais do Sodré tren istasyonundan kalkan banliyö treniyle yaklaşık 40 dakikada Cascais’e ulaşabilirsiniz. Tren Tejo Nehri kıyısı boyunca ilerlediği için yolculuk boyunca harika manzaralar sizi bekliyor olacak. Bilet fiyatı 2.5 euro.
Sintra-Cascais: Sintra Tren İstasyonu önünden kalkan 403 no’lu otobüsü kullanarak yaklaşık 50 dakikada Cascais’e ulaşabilirsiniz. Bilet fiyatı 4.5 euro. Otobüs iki önemli avantaj sağlıyor. Birincisi yol boyu harika okyanus manzaraları sunuyor. İkincisi ise Avrupa’nın en batı noktası olan Cabo da Roca’dan geçiyor. Eğer vaktiniz varsa Cabo da Roca’da kısa bir tur atıp Cascais’e geçebilirsiniz.

3. GÜN
Acımız büyük çünkü bugün Lizbon’daki son günümüz. Bugünkü planımız; merkezde yeterince vakit ayıramadığımız Alfama bölgesini gezmek, bol bol fotoğraf çekinmek, yiyebildiğimiz kadar nata ve deniz ürünleri yemek.
ALFAMA BÖLGESİ
Lizbon’un en eski ve en karakteristik bölgesi olan Alfama şehrin ruhunu en iyi yansıtan yer aynı zamanda. Daracık ve yokuşlu sokaklar, arnavut kaldırımları, sarı nostaljik tramvaylar, eski püskü mekanlar.. Yani Lizbon deyince aklınıza gelen her türlü görüntüyü Alfama size fazlasıyla sunuyor.
Sao Jorge Kalesi ile Tejo Nehri arasında kalan Alfama bölgesi yokuşları nedeni ile gezmesi zor bir bölge olduğundan daha önce bahsettiğim, nostaljik Tramvay 28’i kullanabilirsiniz.
Alfama bölgesinde birçok önemli tarihi ve turistik nokta, çok sayıda Fado mekanı ve birbirinden güzel restoranlar bulunuyor.

Sao Jorge Kalesi (Castelo de S. Jorge)
Alfama turumuzun ilk durağı şehrin en yüksek tepesinde bulunan Sao Jorge Kalesi. MÖ. 1. yy’da Romalılar tarafından savunma amaçlı inşa edilen kale tarih içerisinde Vizigotlar ve Müslüman Endülüs Emevileri tarafından da kullanılmış. 1147 yılında 2. Haçlı Seferi ile Portekizliler kaleyi müslümanlardan geri almış ve kaleye, Haçlıların koruyucu azizi olarak görülen, Aziz Gerorge (Sao Jorge) ismini vermişler.
Haftanın her günü 09.00-21.00 saatleri arasında açık olan Kale’nin girişi 15 euro. Çok yüksek bir noktada bulunduğu için en iyi şehir manzarasını da buradan izleyebilirsiniz. Ancak manzara için tek seçeneğiniz burası değil.

Miradouros (Seyir Terasları)
Alfama bölgesi genel itibari ile yüksek konumda bulunduğu için birbirinden güzel şehir manzaraları sunan bir çok Miradouro yani seyir terası mevcut.
– Miradouro de la Senhora do Monte; en yüksek ve en geniş panoramik manzara burada bulunuyor.
– Miradouro de Santa Luzia; meşhur azulhejo seramikleri ve nostaljik taş banklarıyla en estetik seyir terası. Ben en çok burayı beğendim.
– Miradouro das Portas do Sol; Tramvay 28’in güzergahı üzerindedir.
– Miradouro de Sao Pedro de Alcantara; Bairro Alto ile Baixa arasında, Gloria asansörünün hemen yakınında bulunuyor.

Lizbon’da şehrin dört bir yanına yayılmış harika manzaralara sahip bir çok rooftop bar bulunuyor. Bunların içerisinde en fazla öne çıkanı; Lumi Rooftop (Avrupa’nın en iyi rooftop’u seçilmiş) ve SEEN Sky Bar.Bu mekanlarda; oldukça şık bir atmosferde, Lizbon’un büyüleyici manzarası eşliğinde, elinizde kadehinizle, fonda hoş bir müzik dinleyerek güneşi keyifle uğurlayabilirsiniz.
Lizbon Katedrali (Sé Katedrali)
Lizbon’un en eski ve en önemli dini yapısı olan Lizbon Katedrali, halk içerisinde daha çok Sé Katedrali olarak biliniyor.
Bugünkü Katedralin yerinde bir zamanlar şehrin en büyük Camisi yer alıyormuş. Ancak 1147 yılında Portekiz’in ilk kralı I. Alfonso’nun şehri müslümanlardan geri almasıyla cami yıkılıp yerine şehrin en büyük Katedrali inşa edilmiş. Tarihi boyunca bir çok deprem geçiren yapı, her seferinde farklı bir mimari tarzın etkisinde yenilenmiş. Bu nedenle Romanesk, Gotik ve Barok mimarinin izlerini bir arada taşıyor. Zamanla vaftizhane, hazinelik, manastır gibi farklı bölümler eklenip genişletilmiş. Katedralin girişi ücretsiz. Ayrıca Tramvay 28’in güzergahı üzerinde bulunuyor.

Bica Füniküleri (Ascensor da Bica)
Daha önce Lizbon’un çok yokuşlu bir şehir olduğundan ve bu durumun üstesinden gelebilmek için şehrin farklı noktalarında mahalleleri ve sokakları birbirine bağlayan tarihi füniküler ve asansörlerin kullanıldığından bahsetmiştim. Bu araçlar hem pratik ulaşım sağlıyor hem de Lizbon’un nostaljik ruhunu yansıtarak turizme katkıda bulunuyor. Bunlardan belki de en konik olanı Bica Füniküleri.
1892 yılından beri hizmet veren Bica Füniküleri, Rue de Sao Paulo ile Rua do Loreto’yu birbirine bağlıyor. Çok kısa ve çok dik bir hat. Yolculuk yalnızca 2-3 dakika sürüyor ama sunduğu manzaralar oldukça etkileyici. Tek yön bilet ücreti 4.10 euro. 24 saatlik ulaşım kartlarınızı burada kullanabilirsiniz. Bu arada Bica Füniküleri Cais do Sodré İstasyonuna çok yakın bulunuyor.

Ve geldik Lizbon’daki son durağımıza. Diğer gezi yazılarımı okuduysanız sizler de farketmişsinizdir ki; öyle çok boğazına düşkün insanlar değiliz. Ancak itiraf etmeliyim ki; Lizbon bizim en fazla yiyip içtiğimiz seyahatimiz oldu. Gezerken sürekli bir şeyler yedik, ağzımız hiç boş kalmadı diyebilirim. Tamam, yemek yemeyi seven bir grup olabiliriz ama inanın tüm suç bizde değil. Lizbon’da her şey o kadar lezzetli ki her şeyi tatmak istiyorsunuz. İşte bu bağlamda Lizbon’a vedamızı da yemek yiyerek son bir altın vuruşla yapalım istiyoruz ve Dünya üzerinde, özellikle kabuklu deniz ürünlerinin en güzelini, en lezzetlisini, en özelini deneyebileceğimiz bir mekana gidiyoruz. Tahmin ettiniz değil mi:?? evet RAMİRO‘ya gidiyoruz.
Ramiro çok özel ve çok ünlü bir restoran. Az önce de dediğim gibi ünü sadece Lizbon ile sınırlı değil. Ramiro deniz ürünleri açısından Dünya’nın en popüler mekanlarından biri. Şimdi ben böyle deyince gözününüzün önünde dress code ile girilen, elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı bilemediğiniz aşırı kasıntı bir yer gelmesin. Ramiro şöhretine rağmen olabildiğince salaş bir mekan. Bizdeki esnaf lokantalarına benziyor. Üstelik fiyatları da Lizbon’un geri kalanından farklı değil. Yani ‘insanlar kapımızda her gün sıra oluyorlar. Biz de fiyat anlamında geçirebildiğimiz kadar geçirelim’ mantığında bir yer olmamış hiçbir zaman.
Ramiro çok ünlü bir restoran olduğundan, özellikle akşam yemekleri için rezervasyonsuz yer bulmanız mümkün değil. 1 hafta-10 gün öncesinden mutlaka rezervasyon gerekiyor. Yoksa kapıda 2-3 saat beklersiniz. Rezervasyon için kişi başı 25 euro ön ödeme alıyorlar ancak bu ücreti oradaki hesabınızdan düşüyorlar. Bizim gibi öğlen yemeği saatlerinde gidecekseniz o zaman rezervasyona gerek olmadığını söyleyebilirim. Öğlen saatlerinde rahatlıkla yer bulunuyor.

Ramiro’da deneyebileceğiniz her şeyi denemenizi öneririm. Sarımsaklı Karides(Gambas a la Guilho), Dev Kırmızı Karides(Carabineiros), Sarımsaklı Midye (Ameijoas a Bulhao Pato), Deniz Tarağı (Scallops), Istakoz, Yengeç, Tereyağlı ekmek ve Prego no Pao denilen biftekli sandviç denediklerimiz arasında. Hepsi de inanılmaz lezzetli. Ben özellikle sarımsaklı karides ve deniz tarağına bayıldım. İlginçtir Ramiro’da insanlar tatlı niyetine az önce bahsettiğim biftekli sandviçi yiyorlar.
Bu arada Lizbon’da yeme-içme detaylarını içeren daha geniş bir yazı yazacağım ama yazı bütünlüğü bozulmasın diye belli başlı mekanlardan burada da bahsetmek istedim.
Biraz uzun ve yoğun bir yazı olduğunun farkındayım ama Lizbon dolu dolu gezeceğiniz bir şehir zaten. Son bir özetle sizlere veda etmenin zamanı geldi.
1.GÜN (BELEM-ALCANTARA-BAIXA)
- Jeronimos Manastırı
- Keşifler Anıtı
- Belem Kulesi
- Belem Pastanesi
- LX Factory
- Ticaret Meydanı
- Rua Agusta
- Santa Justa Asansörü
- Rossio Meydanı
- Pink Street
- Time Out Market
2.GÜN (SİNTRA)
- Pena Sarayı
- Regaleira Sarayı
- Cascais
3.GÜN (ALFAMA-BAIXA-CHIADO)
- Sao Jorge Kalesi
- Miradouros
- Lizbon Katedrali
- Bica Füniküleri

